YAŞAMAYA DAİR

Ben resim yaparken, yani önümde tuvalim, paletimde renklerim ve elimde fırçalarım varken, çizgilerin ve renklerin dünyasında kaybolurum. Benim için bildiğimiz zaman durur, bildiğimiz dünya yitip gider. Ben resmimin içine, renklerimin arasına karışırım, orada yeniden varolurum. İşte o zaman gerçekten yaşarım. Yüreğimdeki coşku dökülür tuvalime renk renk, ışık ışık. Yaşamı, sevgiyi ve doğayı renklerimle harmanlarken bu muhteşem, bu gizemli evrenin ve bu güzel dünyanın bir parçası olduğumu duyumsar, sevinçli bir heyecana bulanırım. Yaşamak ne güzel şey be kardeşim… dizeleri gelir aklıma. Özenir, yaşama dair öyküler de yazarım zaman zaman. Ben yaşamayı ciddiye alırım. Öylesine ki, yaşama dair her şeyi öğrenmek için deli bir merak beslerim içimde, hiç solmayan. Yani ben yaşamaya dair resimler yaparım… yaşama dair öyküler yazarım… yalnızca kendim için… yaşadım diyebilmek için.

ABOUT LIVING

When I am painting; I mean when I have my canvas, my colors and my brushes in front of me, I simply get lost in the world of colors and lines. The time as we know stops, the world as we know disappears. I get mixed into my painting and my colors and be again. That´s when I really exist. The enthusiasm in my heart pours onto my canvas in a multitude of colors and lights. When I´m blending life, love and nature with my colors; I feel that I am a part of this magnificent and mystical universe and I experience a happy sensation. I remember the verse “Living is so beautiful my brother”. I get ambitious at times and write stories about life. I take life serious so much so that I have a crazy curiosity to learn everything about life – a curiosity that never fades away. I make paintings about living the life; write stories about life; just for myself; just to be able to say that I lived.

Rezan Özger

KADIN PORTRE 2023

ERKEK PORTRE 2023

KADIN PORTRE

ATLAR

SEVMEK DOKUNMAKTIR

 

Biz insanlar sevme yeteneğine sahip olduğumuz gibi, alabildiğine de sevilme ihtiyacı duyarız. Dokunmadan tanıyamaz hatta öğrenemeyiz. Dokunmadan sevemeyiz. Ve dokunulmak isteriz, sevildiğimizi duyumsamak için.

Varoluşumuzu izleyen binlerce yıl, önce avcı, sonra toplayıcı ve yetiştirici olarak kabileler halinde doğayla ve diğer canlılarla dokunarak, severek uyum içinde yaşarken, geçirdiğimiz evrim sonucu kendimizi çıldırtıcı bir hız ve yoğunlukla dört bir yanımızdan kuşatılmış toplumlar içinde bulduk. Bu sonuçta zekâmızın da büyük rolü oldu(!)

Doğadan uzaklaşıp, ona yabancılaşırken kendi doğamıza da yabancılaştık. Tehlike her an, her yerde olunca, savunma güdülerimiz öne çıktı. Duygularımızı sürekli bastırarak, iç dünyamızı en yakınlarımıza bile kapatıp, giderek kalabalıklaşan bir dünyada yapayalnız kaldık.

Doğadan koptukça doğanın bir parçası olduğumuzu unuttuğumuz gibi, dünyamızı diğer canlılarla paylaşmamız gerektiğini de unuttuk. Ayaklarımız toprağın ılık dokunuşunu, ellerimiz ağaç gövdelerini, bitkilerin hışırtılı serinliğini, sevdiğimiz, kullandığımız ya da yediğimiz hayvanların yaşam titreşimini, cildimiz güneşin yakıcı sevgisini, damağımız doğal yiyeceklerin tadını unuttu.

Bu unutuşlar bizi kendimize yabancı kılmakla kalmayıp, dünyamızın güzellik ve zenginliklerine, milyonlarca yılda oluşmuş dengesine ve ritmine, tüm canlı türlerine, öteki insanlara, yaşam kaynağımız havamıza, suyumuza, bu günümüze ve geleceğimize yönelik bir şiddeti doğurdu ve besledi. Para adında bir güç yarattık ve onun kölesi olduk.

Durup bir düşünmemiz gerekiyor. Ne yapıyoruz biz? Beton yığınları haline getirdiğimiz kentlerimizi bırakıp, gözlerimizi bir an dünyamıza çevirelim. Koskoca evrende, yaşamak için sahip olduğumuz “tek” yer. Varlık nedenimiz. Evimiz. Üstelik biz insanlar da dahil, üstünde, içinde yaşayan tüm canlıları besleyip yaşatacak kapasitede.

Böylesi zengin, böylesi anlamlı ve güzel bir dünyayı sevmek ve saygı duymak yerine öldürmek neden? Ona yönelen şiddet aslında doğrudan bizi de yaralamıyor mu?

Uzun yıllar resimlerimde, “Sevmek Dokunmaktır” temasını işledim. Çeşit çeşit dokunuşların resimlerini yaptım. Kimi zaman bir bakış, kimi zaman uzanan bir el, yaslanan bir omuz, bir yöneliş, bazen bir duruş, bir titreşim, bir ışıkla… en çok da renklerle… içimden akıp gelen renklerle dokundum tuvallere. Yaşanan onca vahşetin içinde bile, dünyamızın zenginliğini, güzelliğini, unuttuğumuz sevgiyi, mutluluğu anımsatmak için.

Doğanın bir parçası olduğumuzu hatırlar, onun olağanüstü ritmine kulak verir, paylaşmayı yeniden öğrenir, canlılığa saygı duyar ve yaşamı seversek; yalnızlığımız son bulur, acılarımız diner, mutluluğu yakalarız diye. Dünyamıza verdiğimiz zararları onarma şansını elde edebiliriz diye. Çocuklarımızın ve torunlarımızın da güzel bir dünyada yaşayabilecekleri umudunu taşıyabilelim diye.

 

UFKUN ÖTESİ

“Bu sergimde fırçam bu kez ufkun ötesinde, bir parçası olduğumuz evrende dolaşıyor. Yakın evren diyelim; ışıklarına, oluştukları maddelere bilgi olarak ulaşabildiğimiz ya da ulaşabildiğimizi sandığımız yaşadığımız dünyaya görece yakın evrenden görüntülerde.

Fırçamın izlerinde oluşan gök cisimlerinin gerçek olduğunu var saysak bile görünümleri ve ışıkları kim bilir kaç bin ışık yılı öncesinden geliyor. Belki benim resmimde yaşamaya başlamadan ya da onları ilk kez görünür kılan objektiflere yakalanmadan binlerce ışık yılı öncesinde, ya bir süper novaya dönüşmüşler ya da kara delik olarak çok farklı biçimde yok olmuşlardı.

Evrenin bir parçası olarak ben bu evreni insanlar için görünür kılmak istiyorum.”Ufkun Ötesi” bu anlamdaki çalışmalarımın ilki olacak diyebilirim.”


CANIM ANNEM

AĞAÇLAR

“Gün geçtikçe İstanbul’da yaşamak beni daha çok incitmeye, daha çok yormaya başladı, Pek çok insanın düşündüğü ve bir kısmının da yaptığı gibi, kaçmak, bu şehri arkamda bırakıp, sakin ve huzurlu bir yer bulmak istiyorum yaşamak için. İstanbul’da kendimi çok uzun yıllardır, çocukluğumda olduğu gibi, evimde hissedemiyorum.”